ABDULKADİR GEYLANİ HZ.NİN DERVİŞLERİNE ÖĞÜDÜ
Canibim.Com

ABDULKADİR GEYLANİ HZ.NİN DERVİŞLERİNE ÖĞÜDÜ - Canibim.Com

Ebû Sa'îd Kilevî şöyle anlatmıştır: 

Ben, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin meclisinde iken, Resûlullah efendimizi ve enbiyâyı gördüm. Melekler onun meclisine gelmek için bölük bölük gök yüzünden inerlerdi. Bir defâsında da Hızır aleyhisselâmı görmüştüm. "Her kim dünyâda kurtuluşa ermek ve saâdete kavuşmak isterse, Şeyh Abdülkâdir'in meclisine devâm etsin!" buyurmuştu.

İbn-i Kudâme şöyle söylemiştir: 

"1166 (H.561) yılında Bağdad'a girdiğimizde, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini ilmin zirvesine yükselmiş gördük. O, ilmi ile amel eder, kendisine sorulan çetin sorulara doyurucu cevaplar verirdi. Bütün güzel huylara ve üstün vasıflara sâhipti. Onun gibi bir zâta daha hiç rastlamadık."

Abdülkâdir Geylânî hazretleri felsefe ile meşgûl olmayı hoş görmezdi, ondan men ederdi. Felsefenin kaynağı akıldır. Filozof, çeşitli bilgileri düzene koyarak madde, hayat, yaratılış, dünyâ rûh, âlem, ölüm ve sonrası gibi konulara aklına dayanarak cevaplar bulmaya çalışır. Bunu yaparken bulduğu cevapların Allahü teâlâ tarafından gönderilen dinlere uyup uymamasına bakmaz. Bu sebeple doğru yoldan ayrılırlar. Felsefecilerin ortaya koyduğu bilgiler, gerek fen bilgilerinin değişmesi, gerekse sonra gelen filozofların öncekilerden farklı düşünmesi sebebiyle ya kısmen yâhut tamâmen değişir. Bu îtibârla sonra gelenler önce gelenleri dâimâ tenkid etmekle veya onların felsefelerini yıkmakla işe başlarlar. Akıl yalnız başına yol gösterici değildir. Dînin rehberliğine muhtaçtır. Yoksa sapıtır. Bunun için din büyükleri îtikâdın bozulabileceğini bildikleri için, felsefe ile uğraşmaktan men etmişlerdir. Nitekim İbn-i Sînâ ve Fârâbî gibi zâtlar felsefecilerin kitapları ile çok meşgûl olduklarından sapıtmışlardır.

Şeyh Muzaffer Mansur der ki: 

Birkaç kişi ile Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin yanına gitmiştik. Elimde, felsefe ile ilgili kitaplar vardı. Bizi süzdükten sonra kitabı görmeden bana; "O elindeki kitap ne kötü bir arkadaştır." buyurdu. Bu esnâda oradan ayrılıp kitabı bir yere koymak ve bir daha taşımamak hatırıma geldi. Kitabı çok seviyordum. İçerisindeki çok şeyi de ezberlemiştim. Tam kalkacaktım, bana dikkatli dikkatli bakmaya başladı. Şaşırıp kalkamadım. "Şu kitabı bana versene."buyurdu. Vermek için kitabı açtım. Bir de ne göreyim kitabın sahifeleri bembeyaz olup, hiçbir şey yazılı değildi. Kitabı kendisine verdim. Tek tek sahifelerine baktıktan sonra bana geri verdi. "İşte İbn-i Dâris'in Fedâil-ul-Kur'ân (Kur'ân-ı kerîmin fazîletleri) kitabı." buyurdu. Baktım gerçekten onun güzel bir hatla yazılmış bir nüshası idi. Bana; "Kalb ile tövbe etmek ister misin?" buyurdu. "Evet." dedim. "Öyleyse kalk!" dedi. Kalktım. Zihnimde felsefe ile ilgili bütün öğrendiklerimi unuttum. Daha önce onları hiç okumamış gibi oldum.

Dîne uygun olmayan bir şeye müsâade etmezdi. Bir gün yanında; "Falanca çok ibâdeti ve kerâmetleri ile meşhûrdur." diye konuşuldu ve bu arada;"Ben derece bakımından Yûnus aleyhisselâmı geçtim." dediği nakledildi. Bunu duyunca yüzünde öfke eserleri görüldü. Yaslandığı yastığı yere doğru attı. Gidip baktıklarında adamın öldüğünü gördüler. Vefâtından sonra o şahıs rüyâda neşeli olarak görüldü. "Nasılsın?" diye sorulduğunda; "Şeyh Abdülkâdir hem Allahü teâlânın, hem Yûnus aleyhisselâmın yanında bana şefâatçı olduğu için, Allahü teâlâ beni affetti. Yûnus aleyhisselâm hakkında söylediğim o söz sebebiyle hesaba çekmedi." dedi.

Çok sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir talebe vardı. Bir gün ders sırasında İbn-üs-Semhal isminde bir zât gelmişti. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan sonra, gösterdiği sabra hayret ettiğini söyleyince, Abdülkâdir Geylânî hazretleri; "Bir hafta daha yorulacağım, ondan sonra vefât edeceğim." buyurdu. Dediği gibi bir hafta sonunda vefât etti.

Abdülkâdir Geylânî hazretleri heybetli idi. Az konuşur, çok sükût eder, konuştuğunda gâyet câzib, açık ve net konuşurdu. Şahsı için kızmaz. Din husûsunda aslâ tâviz vermezdi. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. İsteyeni geri çevirmez, iki elbisesi varsa, mutlaka birini isteyene verirdi. Yanında oturanlarda; "Ondan daha kerîm ve lütufkâr kimse olamaz." kanâati hâkim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alâkasını muhâfaza ederdi. Kendisine kötü davrananları affederdi. Kötülüklere dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıyâ onun vâsıtasıyla tövbe etti. Köleleri satın alıp, âzâd ederdi. Verdiği sözü tutar,kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Anbarında helâlden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda ekmek elinde durur ve halka şöyle seslenirdi: 

"Yemek isteyen, ekmek isteyen, yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin!" 

Kendisine hediye gelse, yanındakilere dağıtır, bir kısmını da, kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi.

Fakîrlerin ve dervişlerin nafakasını satın almak için, vazîfeli hizmetçilerinin, bir başka işi olsa, yâhut hastalansalar, kendisiçarşıya çıkar, ceddi Resûlullah efendimize sallallahü aleyhi ve sellem uyarak, ev için lüzûmlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday öğütür, hamur yapar, ekmek pişirir, hepsine taksim ederdi. Kendini ziyârete gelenlere saygı gösterir, tevâzu ederdi. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Bir gün yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip, istedikleri şeyleri satın alarak getirip çocuklara verdi. Gönüllerini hoş etti.

Sıkıntısı ve dileği olanlar onu vesîle ederek, araya koyarak Allahü teâlâya duâ ettiklerinde dileklerine kavuşurlardı. Buyururdu ki: 

"Sıkıntıda olan bir kimse beni vesîle edip Allahü teâlâya yalvarsa derhâl sıkıntısı gider. Şiddet ânında her kim benim ismimi ansa derhâl rahata kavuşur. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin yüzü suyu hürmetine diyerek, her kim Allahü teâlâdan dilekte bulunursa, derhâl işi görülür."

Bir kere de; "Her kim her rekatında Fâtiha'dan sonra on bir İhlâs okuyarak, iki rekat namaz kılarsa, selâmdan sonra da on bir defâ Allah'ın Resûlüne salât ve selâm getirip benim ismimi anarak yalvarırsa, Allahü teâlânın izni ve yardımıyla derhâl işi görülür." buyurdu.

Temiz bir hanım, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine talebe olmuştu. Bu kadın dağda iken, ihtiyaç için mağaraya girdiğinde daha önce ona âşık olan bir ahlâksız da ardından girdi. Kadına yanaşıp, onun nâmusunu kirletmek istedi. Kadın kaçıp saklanacak bir yer bulamadı. Gavs-ül-a'zamın ismini söyleyip; "Yardım et (yetiş, imdâd) ey Gavs-ül-a'zam, ey insanların ve cinlerin gavsı, yardımcısı, yetiş! Yetiş ey Şeyh Muhyiddîn (dînin ihyâ edicisi), yetiş ey Seyyid Abdülkâdir!" deyip feryâd etti. O anda Gavs-ül-a'zam medresede abdest alıyordu. Ayaklarında tahtadan nalınlar vardı. Onları çıkarıp mağara tarafına savurdu. Ahlâksız, arzusuna kavuşamadan, nalınlar kafasına ulaştı ve ölünceye kadar başına vurdular. Kadın, o mübârek nalınları alıp hazret-i Gavs'a getirdi ve başından geçeni anlattı.

Müridlerinin, talebelerinin tövbesiz vefât etmemeleri için duâ etti:

"Allah'ım! Ceddim, Habîbin Muhammed aleyhisselâm ve kullarından takvâya erenlerin hâtırı için, hiç bir mürîdimin, talebemin rûhunu tövbesiz alma." diye yalvardı.

Bir defâsında; "İyi müridlerin hâli mâlum, ya kötülerinki ne olacak?" diye sorduklarında; "İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık." buyurdular.

Bir kere de; "Bana gözün alabileceği kadar bir kitap verildi. Onda kıyâmete kadar talebelerimin isimlerini gördüm." buyurmuştur.

Cinler de kendisinden çekinir, itâat edip sözünü dinlerlerdi.


Tüm YAZILI SOHBETLER